ZAMAN
- Uğur Köse
- 27 May
- 3 dakikada okunur
Zamanın nasıl geçtiğini bazen hiç anlamıyorum. Sabah okul zili çalıyor, derse giriyoruz, teneffüs, öğle arası derken bir bakmışım gün bitmiş. Ama bazı günler var, saat sanki hiç ilerlemiyor. Sıkıldığım bir ders mesela, bir türlü geçmek bilmiyor. O zaman düşünüyorum: Zaman dediğimiz şey gerçekten var mı? Yoksa sadece hissettiğimiz bir şey mi?
Felsefe dersinde öğretmenimiz, zamanın insan zihniyle ilgili olduğunu söylemişti. Hatta Saint Augustine’in bir sözü vardı: “Zaman nedir? Kimse bana sormazsa biliyorum, ama sorulunca açıklayamıyorum.” Tam da öyle işte. Herkes zamanın ne olduğunu biliyor gibi, ama kimse tam olarak açıklayamıyor.
Benim düşünceme göre zaman, aslında yaşadıklarımızla anlam kazanan bir şey. Mutlu olduğumuzda zaman çabuk geçiyor, çünkü anı yaşıyoruz. Ama kaygılıyken ya da üzgünken zaman uzuyor, çünkü o anın içinde değiliz; hep geçmişi ya da geleceği düşünüyoruz. Belki de zaman dediğimiz şey, zihnimizin yaptığı bir ölçüm sadece.
Peki ya zaman diye bir şey hiç yoksa? Belki de biz sürekli "şimdi"deyiz. Geçmiş sadece hatıralarımızda var, gelecekse tahminlerimizde. O zaman tek gerçek an, şu an mı? Eğer öyleyse, neden hep geçmişteki hatalara ya da gelecekteki sınavlara bu kadar takılıyoruz?
Bunları düşününce, bazen telefon saatine bakıp kendime kızıyorum: "Zamanı harcıyorsun!" diye. Ama belki de zamanı “harcamıyoruz”; onu nasıl yaşadığımızla şekillendiriyoruz. Bir saati boş boş oturarak da geçirebilirim, sevdiğim bir kitap okuyarak da. Aynı saat, ama bambaşka anlamlar…
Ama belki de zamanla ilgili en büyük yanılgımız, onun bizim dışımızda, bizden bağımsız bir gerçeklik olduğunu sanmamız. Oysa zaman, belki de bizim bilincimizle var olan bir şey. Düşünsene, bir taş zamanı hissedebilir mi? Ya da bir ağaç, mevsimlerin geçişini bizim hissettiğimiz gibi anlayabilir mi? Onlar için sadece değişim var belki de. Oysa biz, değişimi zamanla adlandırıyoruz. Bu değişimi parçalara ayırıyoruz: saniyeler, dakikalar, saatler… Ama bunların hepsi bizim yarattığımız düzenlemeler.
Felsefe öğretmenimiz bazen derste şöyle diyor: “İnsan, anlam vermeden yaşayamaz.” Belki de zamanı da bu yüzden anlamlandırmaya çalışıyoruz. Onu saatlere, takvimlere bölüyoruz. Doğum günlerini kutluyor, bayramlara hazırlanıyor, yılların değiştiğini görünce “ne çabuk geçti” diyoruz. Aslında değişen belki de sadece biziz. Çünkü zaman, bir nehrin akışı gibi değil. Zaman, belki de bir aynadır; içimizde olanı dışarı yansıtır.
Mutluyken akan zamanla, acı içindeyken geçmek bilmeyen zamanın aynı olması mümkün mü? Aynı saat dilimi, aynı dakika... Ama hissettirdikleri bambaşka. Demek ki zamanın uzunluğu, belki de hissettiklerimizin yoğunluğuna bağlı. İçinde bulunduğumuz “an”ın ne kadar dolu olduğu, zamanı nasıl deneyimlediğimizi değiştiriyor. Bu yüzden, bazen kısa bir an bir ömre bedel oluyor. Bazen bir bakış, bir söz, bir kahkaha yıllarca hatırlanıyor. Sanki zaman o anda donmuş gibi.
Peki zaman durabilir mi? Ya da biz zamanı durdurabilir miyiz? Belki de bu yüzden insanlar “anı yaşa” der. Çünkü an, tek gerçek olan. Geçmiş artık sadece bir hatıra. Ne kadar geri gitmek istesek de, sadece zihnimizde canlanabiliyor. Gelecekse bir ihtimal. Daha yaşanmamış, daha var olmamış bir ihtimal. Ama “şimdi”, işte o her şeyin başladığı yer.
Ama işin garip tarafı şu: Biz insanlar, hep ya geçmişte ya da gelecekteyiz. Geçmişin pişmanlıkları, hataları, güzel anıları… Geleceğin kaygıları, planları, hayalleri… Hep ya orada ya da burada yaşıyoruz. “Şu an” dediğimiz şeyi çoğu zaman kaçırıyoruz. Düşünsene, bir sınav kaygısıyla geçen hafta boyunca kaç güzel anı fark edemedik? Kaç gülümsemeyi görmedik, kaç gün batımını fark etmedik?
Zamanı yaşamak belki de bu yüzden bir farkındalık meselesi. Sadece saatlere bakmakla değil, anı hissederek yaşamakla mümkün. Belki o yüzden bazı insanlar daha dolu yaşar hayatı. Onlar zamanı yönetmez, zamanı hissederler. O yüzden bazen bir yaşlı, gence “göz açıp kapayıncaya kadar geçti” derken aslında bir hayatı değil, kaçırılan “an”ları anlatıyordur.
Bir de zamanı kıyaslama şeklimiz var. Bir arkadaşımız bir başarıya ulaştığında, “Ben hala aynı yerdeyim” diye düşünürüz. Sanki zaman herkeste aynı hızda ilerlemiyor gibi gelir. Oysa unuttuğumuz şey şu: Herkesin zamanı kendine özgüdür. Bir çiçek bile kendi zamanında açar. Bazısı erken, bazısı geç… Ama her biri kendi vaktinde güzeldir. Belki de biz de kendi zamanımızda olgunlaşıyoruzdur.
Kimi zaman “zamanı boşa harcadım” deriz. Ama bu doğru mu? Eğer o an, sana bir şey öğrettiyse; belki de o “boş” sandığın zaman, seni sen yapan şeyin bir parçasıdır. İnsan bazen hiçbir şey yapmadan geçirdiği zamanlarda bile kendine yaklaşır. Belki de “zamanı değerlendirmek” demek, sürekli üretmek ya da çalışmak değil; bazen sadece durmak, düşünmek, nefes almaktır.
Ve zamanla ilgili belki de en zor kabul ettiğimiz şey: Geri gelmemesi. Geçen hiçbir an, tekrar yaşanmaz. Aynı güneş bir daha aynı açıdan doğmaz. Aynı teneffüs bir daha aynı kahkahayı getirmez. Bu yüzden zaman kıymetlidir. Değeri, onun azlığında değil, tekrarsızlığındadır.
Belki de zamanla ilgili en büyük sınavımız, onun peşinden koşmayı bırakıp, onun içinde kalabilmektir. Belki de mutluluk, zamanı kontrol etmekte değil; zamanın içindeki anlamı bulmaktadır.


Yorumlar